Sayfalar

23 Ekim 2017 Pazartesi

ROMA YANARKEN KEMAN ÇALMAK?


Geçtiğimiz günlerde İngiliz yazar John Berger'i yitirdik
. İnsanlık adına kendimizi tanıyamadığımız, kayıpların her geçen gün arttığı bu dönemde hala tutunmayı bırakmamaya özen gösterdiğim umut adına onun en güzel sözlerinden biriyle başlamak istedim yazıma bugün izin verirseniz. "Dünya, ancak onu dönüştürme umudu varolduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hale gelir." demiş Berger.
Milletçe her yeni güne kayıplarla başlarken mutlu olmaya çabalamak, geleceği inatla hayal etme cesareti gösterebilmek, hayata heyecanla bakıp getirdiklerini her daim kabullenmek şu günlerde benim için hiç de kolay olmasa da beni umuda yönlendiren yaşam enerjilerinden en büyüğü yine müzik şu karanlık dönemde. Eminim hepimiz bir noktada kendimize soruyoruzdur. Müzik bizim için eğlence midir? İnsanların kalplerine ateş düştüğü zamanlarda müziğe sığınmak ayıp mıdır? Müziğin ve sanatın varlığı umudumuzu ayakta tutmakta ne kadar etkilidir ya da gerekli midir?
Benim çok doğru olduğuna inandığım görüş, iyi sanatın insanları eğiterek empati geliştirebildiği ve empatinin de değişimi getirdiğidir.
Hiç dilemesek de tarihe baktığımızda yıkım ve çatışma dönemlerinde müziğin varlığı ve etkilerinin yadsınamaz olduğunu çok net görüyoruz. Eğer bir şekilde savaş kapınızdaysa ( gazetelerde, tv'lerde, sivil oluşumlarda) sanat birdenbire anlamsız görünebilir. Bunun sebebi belki de sadece barış ve refah dönemlerinin dekoratif eğlencesi olarak algılanması olabilir yıkım ve terörün yanında . Resim ve fotoğrafçılık bu zamanları birebir bize aktarabilme özelliğine sahip olduğundan moral desteği ve gücü hala geçerliliğini korumaktadır. Ya müzik? İngilizce'de "Fiddling while Rome burns!" diye bir deyim vardır. Roma İmparatoru Nero'nun Roma yanarken keman çaldığı efsanesinden dile yerleşmiştir (ki keman neredeyse 1000 yıl kadar sonra icat edilecektir, ancak lir çalmış olabilir eğer bir şey çaldıysa gerçekte o sırada). Buradaki anafikir bir savaş ya da kriz sırasında gereksiz şeylerle uğraşmak anlamındadır ve hala kullanılmaktadır.
İnsanlık tarihinde sıklıkla görüldüğü üzere savaş dönemlerinde müzik adına, daha çok insanlara ve askerlere cesaret vermek, moral ve motivasyonlarını yükseltmek adına marşlar ön plana çıkmıştır. Benim yakın geçmişin en büyük savaşından aklımda kalan ve aslında marşla hiç ilgisi olmayıp da 2. Dünya Savaşı'nın neredeyse "milli marş"ı olan şarkı Lily Marleen'dir. İlk kayıt edildiğinde hiç ilgi çekmeyip, savaşta askerlerin dinlediği radyo kanallarında (sonrasında Goebbles ne kadar yasaklasa da) çalınmaya başlayıp tüm dünyaya yayılan bu şarkının özelliği sevgiliye yazılmış olması ve sevgiliye özlemin ise milliyeti olmamasından olabilir diye düşünüyorum. Sanata ve müziğe ne kadar entellektüel anlamlar yüklemeye çalışsak da aslında her zaman hitap ettiği yer direkt olarak kalbimiz ve duygularımızdır ve tüm insanlık bir noktada bunlar etrafında bir araya gelir ve birlik olur çoğu kez. Hangi dilde konuşursak konuşalım "özlem" hepimiz için aynıdır. Öyle ki hatta bazen yalnızca müzik sözlerin anlatmakta yetersiz kaldığı duyguları hissettirir ve yaşatır. Her milletten insanda aynı duyguları ortaya çıkarması ve bunu bildiğimiz dillerden hiç birinde konuşmadan yapması müziğin gücünün kanıtıdır kanımca.
Savaş yıllarından sevdiğim anekdotlardan biridir, sizinle de paylaşmak isterim. Bir grup Sovyet müzisyen yeni yıl kutlamaları için Stalingrad Cephesine giderler. Amaç askerlere moral vermektir. Bu bağlamda keman sanatçısı Mikhail Goldstein o sırada hala dışarıda çatışmada olan birliğin de müziği duyabilmesi için hoparlörden yayın yapılmasını ister. Çalmaya başladığında Alman cephesinde ateş bir anda kesilir ve müzik bittiğinde kısa bir süre sessizlik olur. Sonrasında Alman cephesi hoparlöründen bir ses duyulur. "Biraz daha Bach çalın, ateş etmeyeceğiz!" Ve Goldstein devam eder çalmaya...
Bu öykü bana hep müziğin insanda varolan kibiri alaçakgönüllülüğe dönüştürme etkisini düşündürür. Savaş ve müzik ilişkisi hakkında düşünürken en başta da sözünü ettiğim müziğin insanda empati geliştirebilme özelliği beni hep derinden etkilemiştir. Savaş durumlarındaki politik fikir ayrılıklarında müzik, iletişim gücümüzü koruyarak, bu dönemlerde çok katı olan doğru ve yanlış kavramlarına olan mahkumiyetlerimizi bize hatırlatır sanki. Ve tam burada müziğin mucizesi gerçekleşir ve bizi hayal gücümüzün yardımlarıyla özgürlük ve barışta nasıl olmak ve ne görmek istediğimiz fikrine yöneltir ve bu fikir güzellik ve iyilik adına yarattığı tüm duygular aracılığıyla insanlar arasında gelişerek yayılabilir. İnsanlığın, kurallarıyla yaşadığı ahlaki değerlerin savaşı önlemekteki yetersizliğini gördüğümüzde, müziğin geleceğin hatırlatıcısı olarak varolması, dinleyicilerini bu karanlığın ötesindeki aydınlık günlere taşıması, tüm baskı ve sansürden bağımsız olarak savaş ile ilgisiz olarak görünen göreceli varlığının, insan ruhundaki zerafet, erdem, merhamet ve tüm güzellikleri ortaya çıkarması, aslında ironik anlamda yine insanın yarattığı vahşet ve şiddet ortamında "insan" ın başkalarına asla zarar vermeyecek olan tarafına hitap eder.
 Açıkçası müzik evrensel midir, sadece bir eğlence aracı mıdır gibi soruların, insan farklılıklarını göz önüne aldığımızda net bir olumlu yanıtı yoktur. Ancak müzik ilgi ve sevgisinin kriz anlarında barış ve uyuma büyük katkısı olduğuna dair geçerli nedenlerimiz olduğu aşikardır. Benim içimde hissettiğim, yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu zamanlarda, güzelliklerden ne kadar uzak olursak unuttuklarımızı o kadar yoğun hatırlatma becerisine sahip olması bakımından müzik, azalmak yerine giderek büyür ve inanıyorum ki ruhu sanatla ve müzikle beslenenlerin şarkıları asla susmaz.
John Berger'le başladığımız sözlerimizi yine onun diliyle noktalayalım isterim. "Umut bir güvence ya da verilen bir söz değildir. Bir kıvılcım gibi en koyu karanlık anlarda belirir!".
Müzikle,umutla ve sevgiyle çoğalarak kalın önümüzdeki haftaya dek...

16 Ekim 2017 Pazartesi

GELİNCİKLER 🌺


Bu sabah klavyemin başına oturduğumda yazmayı planladığım yazı ile sabah gönlüme düşen konu arasında ikilemde kaldım uzun süre ve sonunda planlanan yazıyı önümüzdeki haftaya bırakmayı ve sizlerle içimden geçenleri paylaşmayı seçtim bugün için. Hep merak etmişimdir, hayatımızı sürdürmek adına yaptığımız işler gerçekten bizi yansıtıyor mu, ya da kaçımız gerçekten yapmak istediğimiz işleri yapıyoruz yaşamak için? Bu işler, mesleklerimiz ne kadar "biz"iz, ne kadar sadece bizim seçimlerimiz ve bizi gerçekten mutlu ediyor? İlk başlarda seçimlerimizin doğruluğunu kalbimizde hissetsek bile, zaman içinde hala aynı duygularla mı devam ediyoruz ya da gitgide bir zorunluluk halini aldığından kaçıp kurtulamadığımız birer kapalı ve havasız kutulara mı dönüşüyor yaşamlarımız? Sanırım en sevilen işler dahi bir noktada adı "iş" olduğundan mıdır nedir bu hissi yaşatıyor insana, içinde fazlaca sorumluluk barındırmasından dolayı. Peki gerçek özgürlükten sözederken sorumlulukların olmadığı bir yapıdan mı sözetmeliyiz? Konfüçyus demiş ya "Sevdiğiniz işi yaparsanız bir gün bile çalışmış sayılmazsınız" diye. Ana fikir sanırım başlangıçta doğru ve sonrasında sürdürebilmek adına fazlasıyla yeterli olsa da, günümüz iş hayatı bileşenlerini de hesaba kattığımızda biz ölümlüleri sınırlar içinde kalmaya zorlamak açısından sorgulamaya itiyor zaman zaman. Sanatla uğraşan bizler için, dışarıda tüm olup bitene rağmen içimizde ve işimizde daima estetik ve güzellikleri çoğaltmaya ve yaratılmış olan güzellikleri keşfedip onlarla ruhumuzu ve zamanımızı besleyip geliştirmeye odaklı yaşamak işin gerekliliklerinden biridir. Sanatın varlığı ve içeriği beni kendimi bildim bileli büyülediği ve benim bugünkü ben olmamda büyük rolü olduğundan, tamamıyla en doğru olan "iş"i yaptığımı bilmeme ve bunun için her gün şükretmeme en büyük sebeptir. İnsanlar her ne yaşıyor olurlarsa olsunlar, bizi dinlemeye geldiklerinde hayatlarına bir yerlerde onlara dokunabiliyor olmaktan, onlarda ufacık da olsa bir iz bırakabilmekten, paylaştığımız saatlerde yüreklerine güzellik ve iyilik tohumları ekmekten her sanatçı gibi çok büyük keyif alıyorum hala. Sanırım asıl budur "iş"in asla eskimemesini sağlayan.
Madem bugünü içimden geçenlere ayırdım dedim, sizlerle bundan iki yıl önce yine böyle bir sabahta içime düşen bir yazımı paylaşmak isterim. Sanırım belli aralıklarla sizler de yapıyorsunuzdur benim gibi; ilişkilerinizde, işlerinizde, hayatınızda olanları ya da yaşamınızda nerede olduğunuzu, hala aynı duygulara ve sebeplere sahip olup olmadığınızı anlamak adına varolan sorularınıza yanıt aramak üzere düşünmeyi. Her daim değişmenin kaçınılmaz ve ilerlemeyi sağlamak için gerekli olduğunu düşünmeme rağmen, benim için hayati önem taşıyan konularda üzerinden uzun zaman geçmiş olsa dahi bazı şeylerin değişmemiş olması ve hala ruhumu beslemeye devam ediyor olması, bu yazıyı tekrar okuyunca beni nedense mutlu etti. Umarım gün gelir hepimiz gerçekten sadece istediğimiz ve bireysel olarak mutlu olmanın ön planda tutulduğu, kendimiz olmamıza izin verilen işlerde varolmak zevkine erişiriz.
14 Ocak 2015
Beni tanıyan dostlarım bilirler, en sevdiğim çiçektir gelincik. Ne ilgisi var bu kış gününün sabah karanlığında diye düşünürken, sekiz yaşımın gelincik tarlası geliverdi aklıma. İlk o tarlada oynarken bu hayatta ne yapmak istediğime karar verdiğimi hatırladım sonra. Hücrelerimin ve yüreğimin sesini dinlemenin nasıl mümkün olduğunu o tarlada keşfettiğimi, dünyanın ve yaşamın aslında ben demek olduğunu, ben’im ise sadece yüreğim ve aşkla var olabileceği gerçeğini de.  
On yaşımda ise yeni yaşamıma adım atıp seçimini yapmış, şimdilerde kırkbeşine dayanmış bir birey olarak bu kararımdan hiç pişmanlık duymadım. Mutluluk ve hazzın hayat boyu sürebileceğini ; o narin yapraklı, rüzgarda kolayca dağılabilecekmiş gibi görünen,  koparmaya çalıştığınızda ancak, toprağa ne kadar sıkı sarıldığını, yaşama azmini ve tutkusunu alev renginden de kolayca anlayabileceğiniz bir çiçeğin büyüsüyle öğrenmek, yaşamın nasıl bir sanat, sanatın ise aslında benim yaşamım olduğunu göstermesi tuhaf değil mi? Ve ne denli mükemmel ve basit bir yol!  
Sonraları hayatın içinde bir parça unutsam da kendime dönüp dinlemeyi, var olma amacımın aslında ne denli basit ve mükemmel olabileceğini; can parçam, şimdi onbeşine yaklaşan biricik oğlumun hayatla olan mücadelesine baktığımda, yaşadığı karmaşaları gördüğümde, seçim arefelerinde, aslında tüm yanıtların onun yüreğinde ve hücrelerinde var olduğunu, tek amacın ise mutlu olmak olduğunu anlatırken tekrar anımsadım.  
Yaşama tutunmanın, hatta bunu istemenin dahi anlamsız olduğunu hissettiğim onlarca gün yaşamışımdır sanırım. (Hele ki çevreniz ve yakınlarınız sadece istemenizin ve tarif ve ikna edemediğiniz  “bilgi”niz ve hislerinizin hayatın gerçeğini asla yansıtmadığında ısrarcı iseler hayat boyu.)  
Oysa öyle günler vardır ki, özlemle, umutla başlar, içinizde gelincikler açtırır. Ya da öyle günler vardır ve olacaktır ki, yüreğinizdeki bıçak yaralarını kanatır kerelerce, yeniden. Öyleleri vardır ki hele, maviye hasret, kokunun, dokunmanın ötesinde. Ama tek gerçek var ki, hepsi “biz”iz ve hepsi “bugün”.  
Yaşamımızdaki seçimlerimizdir bizi biz yapan derler ya... Ne güzel şeymiş “Aslında sen kimsin?” diye sorduklarında tüm sıfatlarından arınıp, tüm çıplaklığınla hala hissedebildiğin, dokunabildiğin mutluluğunla  yaşamını, gözlerin hala parlayarak anlatabilmek ve hergün o seçimine şükredebilmek.
Keşke kanatlarım olsa da bulutlara yükselip, sonsuzluğu içime çekerek maviliklere karışabilsem dediğim o günlerden beni bugüne getiren “aşk”la tanıştıran, tüm mevsimlerimin mucizesi gelinciklerime sonsuz sevgim ve teşekkürlerimle…
Geriye baktığınızda tek anını dahi değiştirmek istemeyeceğiniz, sadece size ait dopdolu, harikulade bir yaşam diliyorum tüm kalbimle... Sarılın gelinciklerinize…

9 Ekim 2017 Pazartesi

NEDEN MÜZİK?



Bu yazının başlığı bu sorunun yanıtının öncelikle klasik müzik yaşamıma adım atmaya karar verdiğimde içimde belirmesi açısından, hem de tüm müzik yaşamımda bana sorulan soru olmasından benim için önem taşır. Yanıtı hiçbirimiz için kesin değildir aslında. Benim için adlandırılamayan bir aşk ve "olma" isteğiydi küçücük bir çocukken. Sanki kimsenin bilmediği bir dilde konuşabildiğim hayali bir arkadaşımdı. Bana hep yaşamdaki güzelliklerin sadece bana özel olduğunu gösterdi ta ki bunları paylaşmayı da öğretene dek. Bugünkü donanımımla dahi hala söylemeliyim ki, yaşadığımız tüm karanlıklara rağmen "insan"ın yaratıcı gücüne duyduğum saygı, sanatı varedebilmesinden kaynaklanıyor. Bu o kadar sadece bizim türümüze özel bir değer ki, belki de çoğu zaman bu denli sıradanlaştırmamız ve kanıksayarak gücünü yadsımamız tıpkı konuşma yetimiz gibi içgüdüsel olarak bu yeteğin ve  armağanın insan vücudundaki işitsel, bilişsel ve motor fonksiyonların özünde kendiliğinden varolmasıdır. Doğada bildiğimiz hiçbir canlı bu denli detaylandırılmış bir tınıyı üretemez. Darwin'in de dediği gibi, müzikten alınan zevk ve müzikal yaratımlar üretmek kapasitesi sadece insanın kullanımına sunulmuş bir özelliktir.
Müzik, yaratılışta ve doğada bildiğimiz bilimsel düzen, uyum ve güzelliklerin eşsiz özelliklerini içermekle kalmaz, aynı zamanda insanlar arasında da kuvvetli bir duygusal ve ruhsal bağlantı da kurar. İnsan toplulukları, kültürleri ve etnik kimliklerin oluşmasında büyük etkisi vardır. Müziğin evrensel olarak her dil ve ırktan insana hitap edebilmesinin nedeni de insan duygularına seslenmesidir. Duygularımızın da rengi, dili, dini yoktur. Bir müzik parçası dinlediğimizde hemen duygu ve duyularımızın harekete geçmesi asla tesadüf ya da kişisel değildir. Hatta müziğin hissettirdiklerinin nedenleri hala müzik analistleri tarafında anlaşılıp kanıtlanamamıştır.Ancak  frekansımızın bu tınıların etkilerini algılamakta büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz. Buradan yola çıkarak çok erken yüzyıllarda ruhsal hastalıkların tedavisinde uygulanmaya başlayan müzik terapisi halen insan gelişimi ve eğitiminde kullanılmakta ve bu yolla büyük başarılar elde edilmektedir.
En başta söylediğim gibi benim için  klasik müzik bir aşktı ancak sanılmasın ki sadece klasik müzik oldu yaşamımda. Duygularımı uyandıran ve bana iyi gelen, ilgimi çeken, ya da o anda ihtiyacım olan her müzik benim müziğimdir.  Ancak klasik müzik özellikle ruhuma hitap eder, beni yaratıcısıyla bir olmaya yöneltir, öyküsünü benimle paylaşır, dinlerken kendi öykümü yazmama izin verir ve kendi resmimi yaptırır. Genellikle klasik müzikten uzak ya da ona nasıl yakın olacağını bilememiş  ve bunu bir eğitim süreci olduğunu düşünen dostlarımla konuştuğumda klasik müziği mental ve ruhsal olarak ulaşması zor ve belli bir kesimin müziği olduğu kanısını duyuyorum çoğu zaman. Belki daha kolay bize hitap edebilecek sözleri olmamasından böyle hissettiriyordur bilemiyorum. Belki de bulunduğumuz sosyal ortamlarda bizleri kaynaştıracak bir özelliği olmadığının düşünülmesidir sebep. Ancak sadece elit bir zümreye ulaşabildiği fikrine yukarıda da değindiğim duygularla ilgili olan kısım nedeniyle katılmıyorum. Bu besteleri yapan bestecilerin yaşamlarına baktığımızda aslında neredeyse çoğunun hiç de üst tabakaya mensup olmadıklarını rahatlıkla görebiliriz. Ancak eserlerinde onların da resimlerini yapmışlardır elbet. Tıpkı yaşadığımız dönemdeki popüler kültüre mensup sanatçıların da yaptığı gibi. Kiminde isyan, kiminde aşk, kiminde savaş, kiminde  barışa çağrı, kiminde dans vardır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Tüm günlük koşuşturmalarımıza rağmen bulabildiğimiz kısacık zamanlarda dönüp içimize baktığımızda bizimle neyin konuştuğu benim için önemli olan hala aslında. Bir gün batımından, lapa lapa kar yağışından ( ki ben bu yazıyı sizlere şu an henüz hava yeni aydınlanmaya başlamışken, Rachmaninov'un 2.Senfonisi 3. bölümü eşliğinde yazıyorum.) bir bebeğin doğumundan, elde ettiğiniz iş başarısından, sizin için önemli olan her ne varsa yaşadığınızda yüreğinizde hissettiğinizde o ana bir müzik melodisi eşlik ediyor mu? Ve bu size kendinizi nasıl hissettiriyor?
Unutmayalım ki hangi duygumuzu besler ve büyütürsek o insan olmaya çok daha yakınız her zaman.
Müzikle ve sevgide kalın.


https://youtu.be/QNRxHyZDU-Q Rachmaninov Senfoni No.2 3. Bölüm Adagio




2 Ekim 2017 Pazartesi

MUCİZELER


Siz de benim gibi bazı zamanlarda her işittiğimizi duymak yerine sadece seçip istediklerimizi dinleyebildiğimiz otomatik bir sisteme sahip olmayı dilediniz mi hiç? Son zamanlarda ben fazlasıyla ihtiyaç duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim 😊. Sahip olduğumuz tüm bedensel yetilerimize şükran duymayı hatırlatan çok şey olsa da çevremde, bunu sık sık düşünmekten kendimi alamıyorum doğrusu. Tabi ki yaratıcı müzisyenler konumuz olduğunda, alet çantalarından yaşamlarının herhangi bir dönemine ait bilinçaltlarına kazınmış sesleri günü geldiğinde size inanılmaz bir güzellikte sunma becerilerine, bir müzisyen olarak bile hala şaşırmakla birlikte, şu ara hislerim sadece kendi seçtiklerimi dinlemek lüksüne sahip olmakla ilgili ihtiyacımdan ötürü belki de. Hatta buna sahip olma lüksünün zaman zaman beni iyileştirdiği gerçeği de beni kendine çekmesindeki en büyük etken sanırım.
Seçtiklerimiz demişken...Kendi seçtiğim can kardeşimin geçirdiği bir rahatsızlık beni son zamanlarda bir çok soruya maruz bıraktı ve onunla konuşmalarımızda benim kalbimden sözcüklerime dökülenlere de yeni sorular ekledi. Ancak günlerdir düşündüğüm onun bana sorduğu "müzik nasıl iyileştirir?" sorusu oldu ki aslında internete yazsanız yüzlerce makale babileceğiniz bir konu iken, bir müzisyenden diğerine geldiğinde bu soru insanı kilitleyebiliyormuş meğer😊. Hele ki varlığına her daim şükrettiğim kardeşimin, müzisyen kimliğiyle ağır bir kulak rahatsızlığı geçirmesinin nasıl bir ironi olduğunu düşünürken kendimi Beethoven'ın 9. Senfonisinin provasında bulmak?  Yaşam bazen gerçekten sizi sorularla boğarken aslında yanıtlar sanki hep önünüzdeymiş gibi gözünüze sokmaya çalışır gibidir ya bazen ve siz onları görene dek hep aynı filmi oynatır, yine öyle gülümsetti beni işte. Bu senfoniyi her çalışımda beni o denli hayran bırakır ki kendine, artık tamamıyla sağır olmuş bir müzisyenin böylesi bir şaheseri yaratması için kağıda döktüğü müziği aynı zamanda "işitmesi" gerekli midir hep merak etmişimdir. Ancak görüyüruz ki değil, çünkü mükemmel ve hatta bildiğimiz dünya ötesi bir örnekle karşı karşıyayız ve bizler düşünce ve algı biçimimizi değiştirmediğimiz sürece sanırım hiç kolay değil bunun anlaşılması.
Nedir işitmek, duymak ve dinlemek arasındaki fark? Ve "duymak" la algılanabilen seslerden oluşan müzikten sözederken tüm dillerde bu fiil "duymak" değil de "dinlemek" fiiliyle birleştirilmiştir? Müziği duymak yerine neden müzik dinleriz?
Tıpkı tüm iletişim şekillerinde yaşamış olduğumuz gibi her duyduğumuzu dinlemediğimiz açıktır. Bu da bizi yine seçimlere getiriyor. Çünkü duymak otomatik olarak sağlıklı bir kulağın yaptığı ve bizim istemimiz dışı bir görevken, dinlemek kendi seçtiğimiz kişi ya da sesleri hissetmeyi, içselleştirmeyi, duyguya dönüştürerek tepki vermemizi sağlayarak iletişim kurabilmemize yarayan bir seçim aslında. Gerçekten dinlemeyi seçtiğimizde, iletişimimizde gerçek farklar yarattığımızı gözlemlemişizdir ki iletişimin temel kuralıdır dınlemek. Peki müzik iletişim yaratır mı insanlar arasında ve nasıl tedavi eder? Bence en önemli özelliği ruhsal olarak insanları olumsuz duygulardan arındırıp, sakinleştirmesi, güzel duyguların açığa çıkmasına izin vererek iletişime kişileri hazırlamasıdır.
Fiziksel ya da ruhsal rahatsızlıklarımıza dışarıdan yapılan tüm tıbbi müdahalelere rağmen müzik bize dokunduğunda kaydedilen iyileşmeler sadece açıklanamayan mucizeler olmaktan çıkıp, Müzikoterapi adında bir bilim dalı olarak kabul görmüştür artık. Bazı bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalı olarak tanımı yapılan Müzikoterapi, Türkiye 'de yaygın olmasa da, Farabi ve İbn-i Sina gibi bilim insanları müzikoterapiyi alternatif değil geleneksel tedavi yöntemi olarak kullanırken, elle tutulur ilk dökümanların 1454 yılının Osmanlı İmparatorluğu Beyazıd Külliyesi'nde, mental hastalıkların tedavisinde Türk Müziği makamlarının kullanıldığına dair olması, belki de modern tıbbın hala çok geriden geldiğinin bir işareti ya da müziğin mucizelerinin ve gizeminin hala yeterince çözülememiş olmasıdır.
Bu doğrultuda artık resmen müziğe tedavi edici bir bilim dalı sıfatı kazandıran özelliklerinin, duyma yetisi sıfırlanmış bir besteciyi neden iyileştiremediğini çok sordum kendime. Ancak düşününce ve Beethoven'ın yaşam öyküsüne baktığımızda, işitmemek konusundaki tüm sosyal yaralarına, bunun onun müzisyen kimliğine o devirde verdiği tüm zararlara, 20 yıldan uzun süre çektiği ruhsal ve fiziksel tüm o acılara rağmen yaşama tutunmasını sağlayarak ona sonsuz güven veren bir dayanak olduğunu ve yaratıcı yönünü hiç etkilemediğini görüyoruz. Belki de bir müzisyen bizim için sadece duyma kabiliyeti öncelikli biri olmak gerekir kuralından yola çıktığımız taktırde, müziğin ondaki diğer bilemediğimiz tüm rahatsızlıklarına iyi gelerek yaşamında varolmaya devam ettiğini göremiyor olabilir miyiz?
"Müzik, ruhsal ve bedensel yaşam arasındaki arabulucudur." diyen bestecinin iç dünyasının zenginliğine her yazdığı eserde bu denli şahit olmak bizim için ne büyük bir ayrıcalık...Duyma yetisini tamamen kaybetmiş bir insanın, yaşadıklarının izinden gidip, hislerinin rehberliğiyle içinde duyduklarını bize aktarmasındaki mükemmellik, bize duymak ve dinlemek arasındaki farkı kanıtlıyor bence. Müzik dinlemek, bir aşamada o müzik eşliğinde kendi içimizi dinlemeye dönüşüyor bir şekilde ve bu da sanırım dönüşümü ve iyileşmeyi başlatıyor o noktada.
Müziğin bendeki iyileştirici etkisini, onu yaratanlarla bağ kurdurabilme gücünde bulmuşumdur hep. Benim için değiştirilemez bir gerçektir bir kalbin bir diğerindeki acıyı hafifletebilmesi ya da bir kalbin bir diğerine mutluluk, neşe ve sevinç aktarabilmesi. Dinlerken gözlerimi kapattığımda, o müziği yaratan kalpten çıkanlar benimle buluştuğunda yalnız olmadığımı anlarım sanki. Ve o kalp, içimdeki müziği dinlemeye cesaret edebildiğim zamanlarda kendi kalbim olur birden. O zaman anlarım ki aslında ne kadar aynıyız ve aslında ne kadar aynı isyanlarımız, üzüntülerimiz, sevinçlerimiz. Kendi "seçtiğimiz" müzikler, aslında tam olarak "biz" olduğundan iyileştirici mucizeler yarattığı için mi "Müzik ruhun gıdasıdır"
acaba?
Sadece bu denli basit bir gerçek olabilir mi mucizeler?